21 Ocak 2010 Perşembe

KADER KONUSU İLE İLGİLİ KUR'AN AYETLERİ

Hiç şüphesiz, Biz her şeyi kader ile yarattık. (Kamer Suresi,49)

Onların işlemiş oldukları herşey kitaplarda (yazılı)dır. (Kamer Suresi, 52)

Küçük büyük herşey satır satır (yazılı)dır. (Kamer Suresi, 53)

De ki: "Allah'ın dilemesi dışında, kendim için zarardan ve yarardan (hiç bir şeye) malik değilim. Her ümmetin bir eceli vardır. Onların ecelleri gelince, artık ne bir saat ertelenebilirler, ne öne alınabilirler. (Yunus Suresi, 49)

Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiç bir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)

"Hani kız kardeşin gezinip; "Onu(n bakımını) üstlenecek birini size haber vereyim mi?" demekteydi. Böylece, seni annene geri çevirmiş olduk ki, gözü aydın olsun ve hüzne kapılmasın. Sen bir insan öldürmüştün de, biz seni tasadan kurtarmış ve seni 'esaslı bir denemeden geçirip-denemiştik.' Medyen halkı arasında da yıllarca kalmıştın, sonra bir kader üzerine (buraya) geldin ey Musa." (Taha Suresi, 40)

Allah'ın izni olmaksızın hiç bir nefis için ölmek yoktur. O, süresi belirtilmiş bir yazıdır. Kim dünyanın yararını (sevabını) isterse ona ondan veririz, kim ahiret sevabını isterse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri pek yakında ödüllendireceğiz. (Al-i İmran Suresi, 145)

Sonra kederin ardından üzerinize bir güvenlik (duygusu) indirdi, bir uyuklama ki, içinizden bir grubu sarıveriyordu. Bir grup da, canları derdine düşmüştü; Alah'a karşı haksız yere cahiliye zannıyla zanlara kapılarak: "Bu işten bize ne var ki?" diyorlardı. De ki: "Şüphesiz işin tümü Allah'ındır." Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizli tutuyorlar, "Bu işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik" diyorlar. De ki: "Evlerinizde olsaydınız da üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine devrilecekleri yerlere gidecekti. (Bunu) Allah, sinelerinizdekini denemek ve kalplerinizde olanı arındırmak için (yaptı). Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Al-i İmran Suresi, 154)

Sizi çamurdan yaratan, sonra bir ecel belirleyen O'dur. Adı konulmuş ecel, O'nun Katındadır. Sonra siz (yine) kuşkuya kapılıyorsunuz. (En'am Suresi, 2)

Her ümmet için bir ecel vardır. Onların ecelleri gelince, ne bir saat ertelenebilirler ne de öne alınabilirler (tam zamanında çökerler.) (A'raf Suresi, 34)

Biz kendisi için bilinen (takdir edilmiş) bir kitap olmaksızın hiçbir ülkeyi yıkıma uğratmadık. (Hicr Suresi, 4)

Hiç bir ümmet, kendi ecelini ne öne alabilir, ne de onlar ertelenebilirler. (Hicr Suresi, 5)

Gökte ve yerde gizli olan hiç bir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da) olmasın. (Neml Suresi, 75)

Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır. (Hadid Suresi, 22)

Eğer Rabbinden geçmiş bir söz ve adı konulmuş (belirlenmiş) bir süre (ecel) olmasaydı muhakkak (yıkım azabı) kaçınılmaz olurdu. (Taha Suresi, 129)

İnsanlar, tek bir ümmetten başka değildi; sonra anlaşmazlığa düştüler. Eğer Rabbinden geçmiş (verilmiş) bir söz olmasaydı, anlaşmazlığa düştükleri şey konusunda mutlaka aralarında hüküm verilmiş olurdu. (Yunus Suresi, 19)

De ki: "Allah'ın bizim için yazdıkları dışında, bize kesinlikle hiç bir şey isabet etmez. O bizim mevlamızdır. Ve mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etmelidirler." (Tevbe Suresi, 51)

Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O'ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, O'nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bundan isabet ettirir. O, bağışlayandır, esirgeyendir. (Yunus Suresi, 107)

"Eğer Allah sizi azdırmayı dilemişse, ben size öğüt vermek istesem de, öğüdümün size yararı olmaz. O sizin Rabbinizdir ve O'na döndürüleceksiniz." (Hud Suresi, 34)

Ümmetlerden hiçbiri, kendisine tesbit edilmiş eceli ne öne alabilir, ne erteleyebilir. (Mü'minun Suresi, 43)

Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer; seçim onlara ait değildir. Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir, yücedir. (Kasas Suresi, 68)

... Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir. (Ahzap Suresi, 38)

Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah'a ait olmasın. Onun karar (yerleşik) yerini de ve geçici bulunduğu yeri de bilir. (Bunların) Tümü apaçık bir kitapta (yazılı)dır. (Hud Suresi, 6)

"Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)" (Hud Suresi, 56)

İnkâr edenler dediler ki: "Kıyamet-saati bize gelmez." De ki: "Hayır gaybı bilen Rabbime andolsun o muhakkak size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O'ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da daha büyük olanı da istisnasız mutlaka apaçık bir kitapta (yazılı)dır." (Sebe Suresi, 3)

Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet (hiç kimseye) isabet etmez. Kim Allah'a iman ederse, onun kalbini hidayete yöneltir. Allah, herşeyi bilendir. (Tegabün Suresi, 11)

Gaybın anahtarları O'nun Katındadır, O'ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve herşey) apaçık bir kitaptadır. (En'am Suresi, 59)

İnsana bir nimet verdiğimizde sırt çevirir ve yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman da umutsuzluğa kapılır.(İsra Suresi, 83)

İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz; fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, ye'se düşen bir umutsuzdur. (Fussilet Suresi, 49)

Gerçekten, insan, 'bencil ve haris' olarak yaratıldı. (Mearic Suresi, 19)

Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryadı basar. (Mearic Suresi, 20)

İnsanlardan kimi, Allah'a bir ucundan ibadet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek olursa yüzü üstü dönüverir. O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır. (Hac Suresi, 11)

Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı günahtan (bir ceza) vardır. Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise büyük bir azap vardır.(Nur Suresi, 11)

İnsan hayra dua ettiği gibi, şerre de dua etmektedir. İnsan, pek acelecidir. (İsra Suresi, 11)

Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz Bize döndürüleceksiniz. (Enbiya Suresi, 35)

Kâfirlerin buluğa ermeden ölen çocukları cennete mi gidecek?

Soru

Kâfirlerin buluğa ermeden ölen çocukları cennete mi gidecek?

Kâfirlerin buluğa ermeden ölen çocuklarının ahiretteki durumları nasıldır?


Cevap


“Ki doğrusu bir günahkâr, başkasının yükünü (günahını) yüklenmez!” (Necm, 38)

“Müşriklerin çocukları cennet ehlinin hizmetçileridir.” (Taberani)

Âlimlerin ittifakıyla kâfirlerin buluğa ermeden ölen çocukları hakkındaki en kuvvetli görüş “Müslüman olmayanların çocuklarının da cennete gideceği”dir. Nitekim babasının işlemiş olduğu bir günahın cezasını çocuğun da çekmesi Cenab-ı Hakk’ın adalet ve hikmetine zıttır.

Bir kısım alimler ise; müşriklerin çocuklarının A’raf'ta olacaklarını söylemiştir. Bu görüş, çocukların cennette olacaklarını söyleyen birinci görüşle birleşmektedir. Çünkü A’raf'tan sonra gidilecek yer cennettir.


Müşriklerin Ölen Çocuklarının Ahiretteki Yeri adlı makalemizden bu konu hakkında daha detaylı bilgi edinebilirsiniz.

İnsanın günahı istidad ile işlemesi ne demektir?

Günahı istidad ile işlemek
Kader Risalesinde geçen, "İnsanın günahı istidad ile işlemesi ne demektir?

Cevap:
Sualinizde bahsettiğiniz cümlenin aslı, Kader Risalesi’nde şöyle geçer:

“Fakat seyyiatı (kötülüğü) isteyen, nefs-i insaniyedir. Ya istidad (kabiliyet) ile, ya ihtiyar ile (tercih ederek)... Nasılki beyaz, güzel güneşin ziyasından bazı maddeler siyahlık ve taaffün alır (kokuşur). O siyahlık, onun istidadına aittir.” (26. Söz)

Aynı bahse ışık tutacak bir yer, 13. Lem’a’da şöyle geçer:

“(İyiliklerde) İnsan, onda hakikî fâil olamaz. Ve nefs-i emmaresi de hasenata (iyiliğe) tarafdar değildir, belki rahmet-i İlahiye onları ister ve kudret-i Rabbaniye icad eder. Yalnız insan, iman ile, arzu ile, niyet ile sahib olabilir. Ve sahib olduktan sonra, o hasenat ise, ona evvelce verilmiş olan vücud ve iman nimetleri gibi sâbık (geçmiş) hadsiz niam-ı İlahiyeye (ilâhî nimetlere) bir şükürdür, geçmiş nimetlere bakar. Va'd-i İlahî ile verilecek Cennet ise, fazl-ı Rahmanî ile verilir. Zahirde bir mükâfattır, hakikatta fazıldır (ihsandır).” (13. Lem’a)

Bunlardan anlaşılan şudur:
İnsan nefsi, insanı kötülüğe sevk edecek bir fıtratta yaratılmıştır. “Muhakkak ki, nefis kötülüğü çokça emreder.” (Yusuf Suresi, 53) ayeti, nefsin bu hâline işaret eder. Fakat Allahu teala, insanda nefsin yanında kalb, akıl, sır gibi insanı hayra sevk eden başka manevî cihazlar da yaratmış ve insanı nefsiyle mücadele etmeye davet etmiştir. İnsana düşen vazife, nefsinden gelen ve onu kötülüğe sevk eden bu emirleri dinlememektir.

İnsanın nefsi ile diğer latifelerinin, hayra veye şerre yönelik olma noktasındaki farklarına İhlas Risalesinde Üstad Bediüzzaman şöyle işaret eder: “Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı itham etmem (suçlamam). Risale-i Nur'un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefs ve heva ve hiss ve vehim bazan aldatıyorlar.”

Ayrıca Allahu Teâlâ, nefse iflah olmaz bir günah telkincisi değil, aksine terbiye edilebilen ve çok yüksek kemâlâta ulaşabilen bir vaziyet vermiştir. Şems suresi 9 ve 10. Ayette “Onu (nefsi) temizleyen kurtuluşa ermiştir. Onu (günahlarla) örten ise zarar etmiştir” buyrularak buna işaret edilmiştir.

Hatta nefsin arındırılıp yükseltilmesiyle bütün diğer duyguların üzerinde bir makama çıkabildiğine, Üstad Bediüzzaman, Cennet Risalesinde şöyle temas eder: “Nefs-i insaniye; sırr-ı câmiiyet (çok kabiliyetlilik) itibariyle, tezekki etmek (kusurlarından arınmak) şartıyla bütün letaif-i insaniyenin (ruhtaki manevi duygularının) fevkıne (üstüne) çıktığı gibi.”

İşte bu noktaları dikkate aldıktan sonra diyebiliriz ki; Hiç düşünmeden nefsinin arzularına uyan kişi, nefsinin istidadıyla günaha dalmış olur. Fakat düşünerek, bir tercihte bulunarak nefsinin kötülük arzularına uyan kişi de ihtiyar ile işlemiş olur. Aslında, istidadıyla işlediği günahta bile bir ihtiyar söz konusudur. Yani bilmeden ve zorla işlemiş değildir. Zaten bilmeden ve zorla olsa, o zaman kötülük işlemiş sayılmaz. Hem ihtiyarıyla işlediklerinde de nefsin günah istidadı söz konusudur. Dolayısıyla, istidadın galib geldiği tercihlerinde istidad ile işleme; ihtiyar ve iradenin açıkça kullanıldığı tercihlerinde ise ihtiyar ile işleme söz konusudur diyebiliriz.

Cüz'i İrade

Cüz'î İrâde
İnsana verilen cüz'î irâdenin mahiyeti nedir? İrâde zayıflığı ne ile sağlamlaştırılır?


Cevap:
İnsandaki cüz'î irâdenin mahiyeti, bir emr-i itibârî olmasıdır. Biz buna tercih de diyebiliriz. Tercih ya da kararlarımızı bu cüz'î irâdemizle veririz. İnsanın herşeyi Allah tarafından yaratılmıştır ve ömür boyu da yaratılmaya devam eder. İnsanın azaları yaratıldığı gibi bütün işleri de Allah'ın kudreti tarafından yaratılır. İnsanda yaratılmayan tek bir şey vardır. O da tercihlerinin kaynağı olan cüz'î iradesidir.

Eğer nasıl yaratılmadan var olabilir? derseniz, bunun cevabı onun mevcud bir nesne veya iş olmamasıdır.

Peki nedir? Sadece ilimde olan bir ilmî varlıktır. Yeri ise insan zihnidir. İnsan bir şeyi yapmaya karar verdiğinde onun zihninde bu karar ilmî bir varlık olarak sâbit olur. İlmî varlıklara mevcûd-u ilmî denilir. Böyle yalnız ilmî vücudları bulunan varlıklar (kanunlar, fiillerin masdarları) gibi şeylerin maddî varlıkları yoktur. Mana olarak bulunurlar. Bu yüzden yaratmaya maruz değillerdir. Bu noktayı Üstad Barla Lahikasında şöyle anlatır: "kavanin umûr-u itibariyedir (kanunlar emr-i itibaridir); vücud-u ilmîsi var, haricîsi yok (ilmî varlıktırlar, hâricî yani yaratılmış varlıkları yoktur). " Demek ki zihnimizde oluşan tercihlerin sahibi biziz. Öyleyse mesul de biz oluruz.

Üstad Bediüzzaman Kader Risalesi'nde bu mevzuyu çok güzel açıklamıştır. Orada da geçtiği üzere Ehl-i Sünnetin iki itikad mezhebi olan Maturidîye ve Eş'ariye cüz'î irâdemizin bir emr-i itibârî olmasında müttefiktirler.

Ehl-i Sünnetin insan filleriyle alakalı iki temel inancı vardır: 1- Şu kâinatta her ne oluyorsa Allah tarafından yaratılmaktadır. 2- İnsanlar fillerini hür iradeleriyle yaptıklarından dolayı yaptıkları işlerinden mes'uldürler.

Bu iki inanç beraberinde şu suali getiriyor: "Her şeyi Allah yarattığına göre benim tercihlerimi de o yaratmış oluyor. Öyleyse O'nun benim kafamda yarattığı tercihlerimden dolayı ben neden mes'ul oluyorum?" İşte yukarıda anlattığımız emr-i itibarî konusu bu meseleyi kökünden çözüyor ve insana diyor ki; "Tercihlerin bir emr-i itibarî olduğundan yaratılmış değildir. Senin fiilindir. O halde mes'ulsün!"İnsan tercih ettikten sonra fillerini yaratan ise Allah'dır.

Gerçi insan, irâdesinin bir emr-i itibarî olmasını tam olarak anlamaktan âciz kalıyor. Fakat mahiyetini tam anlayamamak olmamasını gerektirmez. Meselâ ruhumuzun da varlığını anlıyoruz ama mâhiyetini idrâk edemiyoruz. Üstad Bediüzzaman irâdemizin de böyle olduğunu söyler.

İradeyi güçlendirmek için Kader Risalesi'nde şu tavsiye ediliyor: "O iradenin bir eline duayı ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennet'e eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiattan (kötülüklerden) kısalsın" Yani 1- Dua 2- İstiğfar


Soru:
Cüz-i İradenin yaratılmadığını söylediniz. Peki nasıl oluşmuştur. Bu noktayı biraz daha izah edebilir misiniz?

Cevap: 03.03.2009
Cüz'î iradenin asıl özü olan tercih etme işi yaratılmış değildir. Bu da insanın hür olması için gereklidir. Fakat bu tercihin alt yapılarını oluşturan, zihin, hayal ve duygular yaratılmıştır. İnsan bu alt yapılarla oluşan düşünce sistemi içerisinde yapmak ya da yapmamak şıklarını tartar. Ağır basan şıkka göre zihninde bir tecih oluşur. İşte bu tercih bir emr-i itibaridir. Yaratılmış değildir.

Bu anlattığımız son nokta, gerçekten tam idraki pek mümkün değil gibidir. Ruhun mahiyetinin anlaşılmasındaki zorluk gibidir. Ayette, "Deki ruh Rabbimin emrindendir. Size ise ilimden pek az bir şey verilmiştir" (İsra, 85) diyerek insanın ruhun mahiyetini anlamak noktasındaki sınırlılığına işaret edilmiştir.

Üstad Hz. iradenin mahiyetinin böyle olduğunun bilinmekle beraber hakkıyla anlaşılamayabileceğine, "Çok şeyler var: Vücudu bizce bedihî (varlığı açık) olduğu halde, mahiyeti bizce meçhul... İşte şu cüz'-i ihtiyarî, öyleler sırasına girebilir. Herşey, malûmatımıza münhasır (sınırlı) değildir. Adem-i ilmimiz (bilmememiz), onun ademine (olmadığını) delalet etmez (göstermez)." diyerek işaret etmiştir.

Bütün olaylar kader midir?

Kader Her Şeyi Kuşatır
Bütün olaylar kader midir?

Cevap:

Bütün olaylar kaderdir. Yani kaderde vardır. Kader doğru anlaşıldığında bu konu aydınlanır.

Kader: Allah’ın, işler meydana gelmeden önce her şeyi takdir etmesine denir. Yani her şey var olmadan önce ilahi ilimde bir plana sahiptir. Tesadüfen meydana gelmez. İlahi ilim her şeyi kuşatmıştır. Herşeyi bilir ve bildiğine işaret olarak da her şeye bir çok deliller koymuştur (her şeydeki sanat, hikmet, nizam, intizam gibi).

İşte her şey kaderdir dediğimizde, Allah’ın her şeyi bildiğine, Allah’ın ilmi içinde geliştiğine, onun ilmi dışında bir şeyin gelişmediğine ve her şey meydana gelirken bir plan, düzen dâhilinde meydana geldiğine, başıboş, Allah’tan bağımsız, tesadüfen oluşmadığını anlarız. Kısacası her şey bir plan dâhilinde, düzen içinde meydana gelir ki biz buna kader diyoruz.

Başka bir açıdan değerlendirmek de mümkündür. Kader, Allah’ın, her şeyi meydana gelmeden önce, gelirken ve geldikten sonra bilmesidir. Hiç bir şey yoktur ki Allah onu bilmesin. Öyle ise her şey kaderde vardır. Yani ilahi ilmin dâhilindedir.

Kader değişir mi?

Kader Değişir mi
Risalelerde ata kazayı bozar, kaza da kaderi bozar ibareleri geçiyor. Burada bozmak tabiri değişmek manasında anlaşılıyor. Ama kader defteri olan Levh-i Mahfuz değişmez diyoruz?

Cevap:
Burada anlatılan kaderin değişmezliği kanununun asıl olmakla birlikte bazen onun da değişerek bu kanunun istisnalarının olabildiğini nazara vermektir.

Allahu Teala Hazretleri, iradesinin her şeyin üzerinde olduğunu nazara vermek için bazı nadir hadiselerle de olsa Levh-i Mahfuz’da yazılı olan kaderin dışında icraatlarda de bulunur. Yani onun iradesini Levh-i Mahfuz dahi bağlayamaz. Yapacağı her şeyin orada yazılmış olması, bunları iradesiz olarak yapıyor olması manasına gelmez demektir.
Bediüzzaman Hazretleri, bu konuya temas ettiği Rumuzat-ı Semaniye isimli eserinde şu açıklamaları yapar:

“Levh-i Mahfuz'un hadisat-ı zamâniye (zamana bağlı hadiseler) dairesinde bir nüshası olan ve “Levh-i mahv ve isbat” tabir edilen kâbil-i tebdil (değişebilir) bir sahife-i kaderiye (kader sayfası) vardır ki; bazı esbabla (sebeblerle) değiştirilebilir. Nasıl ki hadis-i sahihde varid olmuşki [Bazen bela nazil olur. Karşısına sadaka gibi bir hasane-i mühimme çıkar. Mukabele eder. Bela ref' olur. O kader dahi tahavvül eder (değişir).] Hatta ecel-i mübremden (değişmez ecel) ayrı olan ecel-i muallak (şarta bağlı ecel) geldiği halde bir vesile ile teehür edildiğini (ertelendiğini) bir kısım ehl-i tahkik hükmetmişler.

Hatta Gavs-ı Geylani[ks] birisinin ecel-i mübremi husussunda meşiet-i İlahiyeden (Allah’ın iradesinden) istimdat ve niyaz etmesiyle teehürüne vesile olduğunu ehl-i keşf haber vermişler. İşte bu sırrın bir sırrı ve gaybın sırrı resüllerden başkasına açılmadığının bir hikmeti şudur ki; ta herkes her vakit her şey için Cenab-ı Hakka müracaatında mecburiyetini hissedip iltica etsin. İstesin yalvarsın. Eğer kat'iyetle kendine veya başkasının başına geleni bilse ne yalvarır ne rica eder. Ne de iltica eder. Herkesin muhtac olduğu güneşin çıkması gibi adi görür, Allah'ı unutur.”

Özetle anlatılan şudur: Allah’ın dilemesi her şeyin üstündedir. Faraza kaderde yazıyor bile olsa Allah değiştirebilir. Öyle ise ona yalvarıp dua etmenin önünde hiçbir engel olamaz.
Yalnız burada, kader defterinin değişmesi ile Allah’ın ilminin değişmezliğini karıştırmamak gerekir. Allah’ın ilmi hiçbir şekilde değişmez. O zatı ve sıfatları ile değişmekten münezzehtir.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Kader Nedir?

Kader Nedir? Bölüm 1


Kader Nedir? Bölüm 2


Kader Nedir? (Youtube'a giremeyenler için) videonun tamamı - google video

Allah'ın Adaleti Nerede?

Müslüman bir ailede dünyaya gelen bir insanın Müslüman olarak ölme şansı daha yüksek. Bu, Müslüman olmayan ailelerin çocuklarına adaletsizlik değil midir?

“Kul cüzî iradesini hidayet yolunda sarf ederse, Allah (cc) onun için hidayeti yaratır. Dalalet ve küfür yolunda sarf edenler için de dalaleti yaratır. Ayrıca kuluna seçtiği yolda gitmesi için imkân verir. O yolu kendisine kolaylaştırır.” (Müslim)

Müslüman olmak için, dini İslam olan bir devlette Müslüman anne-babadan dünyaya gelmek gerekli değildir

Müslüman olmanın şartları; Müslüman’ım demek ya da dini İslam olan bir devlette Müslüman bir anne babadan dünyaya gelmek değildir. Kişi bunu fiilleriyle göstermeli Müslüman olduğunu her haliyle ispat etmelidir. Dininin gereklerini yerine getirmeyen bir Müslüman acaba ne kadar “Müslüman’dır”? İlk önce bunun sorgulaması yapılmalıdır.

İnsanın dünya imtihanına nerede ve ne şekilde başladığı bir esas değildir

Müslüman bir ailede doğmayan pek çok insanın İslamiyet ile tanışıp iyi bir Müslüman olduğu gibi Müslüman bir ailede doğduğu halde dalalet ehli olanlar da oldukça çoktur.

Mesela Hz. Musa; Firavun'un sarayında yetişmiş hatta Firavun'un evlatlığı durumundaydı. Ancak Firavun, Hz. Musa'dan istifade edemeyip imansız öldüğü halde aynı sarayda olan eşi Hz. Asiye validemiz, imanını kurtardı.

Yine Peygamberimiz’in (asm) amcası Ebu Leheb, Peygamberimiz'le (asm) aynı zamanda hatta yan yana yaşamasına, İslam’ı Peygamberimiz'den (asm) bizzat dinlemesine hatta ve hatta pek çok mucizesine şahit olmasına rağmen imansız olarak ölürken, Peygamberimiz (asm) zamanında yaşayan Veysel Karani gibi zatlar O’nu (asm) hiç göremeden iman ediyor.

Günümüzde de Müslüman bir ülkede doğup Müslüman aileler içinde yetişmelerine rağmen gayr-i Müslimler gibi yaşayan insanların sayısı pek çoktur. Hal-i âlem buna şahittir.

Bütün gayr-i Müslimler cehennem ehli değildir

“Allah, kimseyi gücünün yetmeyeceği bir şeyle mükellef tutmaz. Kazandığı (iyilik) kendi lehine, işlediği (kötülük) de kendi aleyhinedir…” (Bakara, 286)

İmam Gazali şöyle demektedir:

“Peygamber Efendimiz’in (asm) gönderilmesinden sonra, inanmayan insanlar üç sınıftır:

1. Sınıf: Peygamber Efendimiz'in (asm) davetini duymamış ve kendisinden haberdar olmamış kimselerdir. Bu sınıf kesin olarak cennet ehlidir.

2. Sınıf: Peygamberimiz'in (asm) davetini, gösterdiği mucizelerin durumunu ve güzel ahlakını duymuş olmakla birlikte iman etmemiştir. Bu sınıfta kesin olarak cehennem ehlidir.

3. Sınıf: Bu iki derece arasında bulunan sınıftır. Peygamber Efendimiz'in (asm) ismini duymuşlarsa da vasıf ve hususiyetlerini duymamışlardır. Daha doğrusu bunlar Hz. Peygamber'i (asm) küçüklüklerinden beri, ismi Muhammed olan ve -haşa- peygamberlik iddiasında bulunan yalancı bir peygamber olarak tanımışlardır. Peygamber Efendimiz (asm) hakkında, menfi propagandadan başka hiçbir şey duymamışlardır.”

İmam Gazali bu sınıfta olanlar hakkında kesin konuşmamakla birlikte şöyle devam eder: “Kanaatime göre bunların durumu, 1. grupta olanların yani Peygamberimiz'i (asm) hiç duymamış olanların hali gibidir. Çünkü bunlar Peygamberimiz'in (asm) ismini, haiz bulunduğu vasıfların zıtlarıyla birlikte duymuşlardır. Bu ise hakikati araştırmak için insanı düşünmeye ve araştırmaya sevk etmez.

Dünyanın birçok yerinde ve ülkemizde 2. gruba giren insanlar sayıca fazladır. Bunlar Peygamberimiz'in (asm) peygamberlik sıfatlarını işitmişler ama buna rağmen iman etmemişlerdir. Hatta teknolojinin gelişimi ve bilgiye ulaşmanın kolaylığı ile bu grup en kalabalık grup olmaktadır. Bunlar Kur'ân’ın birçok ayetinin ifadesiyle "cehennem ehlidir. ”

Müslüman bir memlekette doğan çocuklar imanlı ölmek açısından daha şanslı değil mi?

Müslüman bir ailede dünyaya gelen bir insanın Müslüman olarak ölme şansı daha yüksek. Bu, Müslüman olmayan ailelerin çocuklarına adaletsizlik değil midir?

“Kul cüzî iradesini hidayet yolunda sarf ederse, Allah (cc) onun için hidayeti yaratır. Dalalet ve küfür yolunda sarf edenler için de dalaleti yaratır. Ayrıca kuluna seçtiği yolda gitmesi için imkân verir. O yolu kendisine kolaylaştırır.” (Müslim)

İnsanın dünya imtihanına nerede ve ne şekilde başladığı, Cenab-ı Hakk’ın adaletini değerlendirmede bir ölçü olamaz. Çünkü;
Müslüman olmak için, dini İslam olan bir devlette ve Müslüman anne-babadan dünyaya gelmek şart değildir. Kişi hidayeti istediği takdirde, hangi durumda ve şartta olursa olsun Allah (cc) bu imkânı verir ve ona hidayet yolunu kolaylaştırır.

Eğer kişi iradesini dalalet yolunda sarf ederse Allah (cc) onun için de bu yolu kolaylaştırır. Nitekim Müslüman bir ülkede doğup Müslüman aileler içinde yetişmelerine rağmen gayr-i Müslimler gibi yaşayan çoktur.

Ayrıca şunu belirtmeliyiz ki; bütün gayr-i Müslimler için cehennem ehlidir diyemeyiz. Peygamber Efendimiz’in (asm) çağrısını hiç duymamış ya da yanlış duymuş olanlar için durum farklıdır. İslam
âlimleri bu iki sınıfın cennet ehli olduğunu söylemişlerdir.


Allah'ın adaleti nerede? adlı makalemizden bu konu hakkında daha detaylı bilgi edinebilirsiniz.

Kaderimizde günahkar olmak varsa, bizim ne suçumuz var?

Allah (cc) benim kaderime günah işleyeceğimi yazmışsa, beni neden sorumlu tutuyor?


Takvimde, bugün Güneş’in kaçta doğacağı bir sene önceden yazılmıştır. Güneş bugün doğduğunda “Takvimde yazdığı için doğdu, yazmasaydı güneş doğmayacaktı ” diyebilir miyiz?

Biz, yaptıklarımızı Allah (cc) bildiği için yapmayız. Bilakis biz yapacağımız için Allah (cc) bunu ezelî ilmiyle bilir ve kaderimize yazar. Şayet insan günahı seçmeseydi, kaderinde o günahı işlemeyeceği yazılı olacaktı . Mesuliyet, bilen ve yazanda değil, günahı işleyen ve yazdırandadır.

Hem insan vicdanen kesin olarak bilir ki; yaptı ğı her şeyi kendi iradesiyle yapmaktadır. İsterse içki içer, istemezse içmez. Namazı kılmak ya da kılmamak tamamen kişinin kendi seçimidir. Fakat bazı gafil kimseler sorumluluktan kaçmak istedikleri içindir ki; kendilerini düzeltmek yerine kaderi suçlamak isterler. Allah’ın sonsuz ilim ve adaletine karşı büyük bir ayıp ve haksızlık ederler.

Kaderin adaletini nasıl göreceğiz?

Masum olan birçok insanın başına musibetler geliyor. Fakat musibeti hak eden birçok zalim insan keyfine bakıyor. Bu bir zulüm değil mi, bunda kaderin adaleti nerede?

Allah (cc) mü’min kulunun işlediği günahlara karşılık, merhametiyle bu dünyada musibet vererek onu ahiret azabı gibi dehşetli bir azaptan kurtarır. Bazen de onu musibet taşıyla ikaz eder. Daha büyük hatalara düşmesini önler.

Başına musibet gelen kişi masum bir çocuk (yani hatası olacak kadar yaşamamış biri) ise Allah (cc) bu insanı o musibetle, gelecekte çok büyük ihsan ve ikramlarına layık etmek istemektedir.

Hak ettiği halde musibet ve ceza görmeyenleri ise, Allah (cc) elbette ihmal etmez, sadece onlara mühlet verir. Elbette pek çok zalimler vardır ki Mahkeme-i Kübra onları beklemektedir!

Ayrıca, bizim ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah (cc), musibet ve hastalıkları vermekle üzerimizde türlü isim ve sıfatlarını gösterir. Bu şekilde kullarını olgunlaştırır ve güzelleştirir.

Kader Adalet Eder adlı makalemizden bu konu hakkında daha detaylı bilgi edinebilirsiniz.

Kader İnsanı Mahkum Etmez

Vicdanımız, kaderin mahkumu olmadığımıza en açık delildir...

Allah (cc) insana iyi ve kötüyü seçmekte serbest bıraktığı bir irade vermiştir. Şayet insan kaderin mahkûmu olsaydı kendisine irade verilmezdi.

Vicdanımız, kaderin mahkumu olmadığımıza en açık delildir

Kaderin mahkûmu olmadığımıza en açık delil vicdanımızdır. Çünkü vicdanen biliyoruz ki bizi yaptığımız hareket ve seçimlere mecbur kılan hiçbir sebep yoktur. Bizi yönlendiren ve tercih ettiren sebepler olabilir fakat zorlayan sebepler yoktur. Bir odaya girdiğimizde istediğimiz yere oturur önümüzdeki sofradan istediğimize elimizi uzatırız. Namaz kılmak ya da kılmamak yalan söylemek ya da söylememek tamamen bizim seçimimize aittir.

Kader iki kısımdır

Fakat kader iki kısma ayrılır. Birisi insanın iradesi ile şekillenen kader diğeri ise insan iradesinin karışmadığı ve Allah’ın çok hikmetlerle dilediği kaderdir. İnsanın cinsiyeti, fizyolojik özellikleri, doğumu, ölümü ve hangi anne-babadan geleceği de ikinci çeşit kadere girer.

Kadere mahkumiyet olsaydı, insanlar robot gibi yönlendirilirdi

Ayrıca kaderin mahkûmu olduğunu düşünmek Allah'ı zulüm ve adaletsizlikle suçlamaktır. Çünkü şayet kadere mahkumiyet olsa bir kısım insanlar adeta robot gibi içki içmek zorunda kalacakları gibi bir kısmı da namaz kılıp ibadet etmek zorunda olacaklar. Sonuçta da günah işleyenler cehenneme ibadet edenler ise cennete gidecek. Sıfatlarından birisi de Âdil (adalet sahibi) olan Allah'ın böyle bir haksızlığa böyle bir anormalliğe izin vermesi söz konusu olabilir mi?

İnsan yanlış olduğunu bile bile yaptığı hataları kadere vererek haksızlık eder

Farzedelim ki; Bir seyahat için yola koyuldunuz ve bir süre sonra yol ikiye ayrıldı. Birinci yola doğru yöneldiniz ve fark ettiniz ki bir tabelada bir yazı var. Tabelaya baktığınızda " Bu yol yılanların, akreplerin bulunduğu tehlikelerle dolu bir yoldur." Ve yine altında " diğer yol tehlikesizdir ve güzelliği eşsiz bahçelerle ve her şeyin sunulduğu ziyafetlerle dolu saraylara gider" yazdığını okuyorsunuz. Bu durumda "hadi canım olur mu öyle şey" deyip yılan ve akreplerin bulunduğu yola yönelseniz ve tehlikenin doğru olduğunu görseniz, diyebilir misiniz "beni bu yolda gitmeye mecbur ettiler."

Aynen bunun gibi; Allah-u Teâla insanlara neticesinin ne olduğu belli olan iki yol göstermiştir. Birinin sonunda mükâfat diğerinde ceza hazırlandığını peygamberlerle bizlere bildirmiştir. Biz kendi isteğimizle ve ceza göreceğimizi bildiğimiz halde Allah-u Teâla'nın yasakladığı şeyleri tercih etsek; "haramları işlememi Allah (cc) kaderime yazdığı için yapıyorum" deme hakkına sahip olabilir miyiz?!

İmtihan olabilmek, için “tercih etme” kabiliyetinin olması gerekir

Allah-u Teâla; dünyayı insanın emrine ve istifadesine sunduğu gibi imtihan meydanı olarak da yarattığını bildirmiştir. İmtihan zaten özgür iradeyi gerektirir. Doğru ve yanlış arasında doğruyu ne kadar bulabileceğiz, iyi ve kötü arasında kötüden ne kadar uzak kalabileceğiz? Altın mıyız, bakır mı? Sonucu ortaya çıkaracak şey ise insandaki özgür iradedir.

Kaynak: http://www.sorusorcevapbul.com/makale/kader/kader-insani-mahkum-etmez/

3 Ocak 2010 Pazar

Kader Nedir?

Kader Nedir? Bölüm 1


Kader Nedir? Bölüm 2


Kader Nedir? (Youtube'a giremeyenler için) videonun tamamı - google video

İnsan kader mahkumu mudur?

İnsan kader mahkûmu mudur?

İnsan ihtiyar sahibidir. İhtiyar ise, hiçbir dış zorlama olmadan kişinin kendi inanç ve kararına göre en uygununu, en iyisini, en doğrusunu seçip ona yönelmesidir. İhtiyarını kullanan kimseye muhtar denir. Muhtarın manası, iki şeyi inceleyip aralarında bir karşılaştırma yapan ve iki şeyin gerçekte veya kendince hayırlısını, bir zorlama olmaksızın, irade eden (seçen) kişiyi anlatır.

Herkes ihtiyarını hisseder. Mesela insan, kalbin çalışması, kanın temizlenmesi, hücrelerin büyümesi-çoğalması-ölmesi fiilleri ile yemek, içmek, konuşmak, yürümek gibi fiillerini mukayese etse ızdırârî ve ihtiyarî fiillerini farkeder ve ihtiyarını hisseder.

Risâle-i Nûr külliyatından Kader Risâlesinde (26.Söz, Tılsımlar Mecmuası) Kader, ilim nevindendir. İlim, maluma tabidir. Yani nasıl olacak öyle taalluk ediyor. Yoksa malum ilme tabi değildir denilir. Kader ilim nevindendir ifadesinde, kaderin bilmek/bilgi olduğunu; yapmakta, yaratmakta, icatta, müessir ve esas olmadığını anlıyoruz.

Sonraki cümle olan İlim maluma tabidir ise, bilmek ve bilgi olan kaderin, malumla ilişkisini nazara veriyor. Şöyle ki; İlim, bilmek/bilgi manasına gelir. Malum ise bilinen manasına gelir. Madem, İrâde-i Külliye-i İlâhiye, İrâde-i Cüziye-i İhtiyariye nâzırdır. Yani Allah (c.c.), abdin efâl-i ihtiyariyesini (seçme hürriyeti) irade ve icad için, yine abdin irade-i cüziyesini şart ve sebep kılmıştır.

Demek insanlar, itibari olan ihtiyari fiillerini nasıl işleyeceklerse, Cenab-ı Hakk ezelde öyle bilmiş ve takdir etmiştir. O halde malum (seçme hürriyeti) nasıl bir keyfiyet üzre olursa ilim onu bilir. Yani işlediğimiz bütün itibari olan ihtiyari fiilleri Cenab-ı Hakkın ezeli ilmiyle bilmesi ilim, işlediğimiz itibari fiiller ise malumdur.




Madem Cenab-ı Hakk olacak şeyleri olacağından dolayı biliyor. Bu durumda bizim ihtiyarımızdan neşet eden itibari olan ihtiyari fiillerimiz olacak ki bizim hakkımızda sevap ve ikab tahakkuk etsin. Mesela Astronomiye vâkıf bir zât gelecek falan gün ve dakikada güneş veya ay tutulacak diye şimdiden haber verir. Fakat bu zâtın, bu sûretle bilmesinden ay ve güneş tutulmaz. Belki ay ve güneşin tutulması, bu zâtın bilmesine sebep olur. Aynen bunun gibi Cenab-ı Hakkın bizden sudur eden itibari olan ihtiyari efâli bilmesi, Cenab-ı Hakkın ilminden sudur etmez. Çünkü ilim, yaratmada müessir ve esas değildir. Demak ki, Cenab-ı Hakk bizim ihtiyarımızla ortaya çıkan itibari efâli(seçme hürriyeti) bilir.

Cenab-ı Hakk olacak şeyleri olacağından dolayı bilir. Yoksa bildiği için o şeyler vücuda gelmez. Cenab-ı Hakk bir şey hakkında böyle olacak diye yazmıştır. Yoksa şöyle şöyle olsun diye yazmamıştır.

Gerçi, işin aslında itibari irademiz (seçme hürriyeti) de Cenab-ı Hakkın elindedir. İsterse irademizi de kullandırmaz. Meşiet-i ilahiye esasdır. Cenab-ı Hakk dilemezse hiçbir şey olmaz. İmtihan olduğu için bizim irademize Cenab-ı Hakk karışmıyor serbest bırakmış.

BİLMEK BAŞKA, YAPMAK BAŞKADIR
Malum ilme tabi değildir cümlesinde verilen ders ise malum(kulların itibari fiil ve amelleri), ilme isnad edilmez. Çünkü ilim müessir değildir. Yani ilim sıfatı, varlıkları icad etmez ve hadiseleri meydana getirmez. Belki varlıkları ve hadiseleri bilmek ilim olur. Hem bilmek başka, yapmak başkadır. Yani bilmek, yapmak demek değildir. Mesela Peygamberimiz (sav) İstanbulun fethini müjdelemiştir, bilmiştir. Ama fetih fiilini Fatih Sultan Mehmed işlediği için Fâtih ünvanını o almıştır. Demek ki fail olmak için fiili bilmek yetmiyor. Çünkü fail olmak için irade ve kudret gerekiyor. Demek ki bilip-yazmak kimseyi yapmaya zorlamaz ve fiil üzerinde zorlayıcı bir etkisi olmaz. Mesela biz mektup yazmayı biliyoruz. Fakat bilmemiz mektubu vücuda getirmiyor. Ne zaman kuvvetimizi kullanıyoruz. Mektup yazılıyor.

Hulasa olarak, biz malumu, kadere isnad edersek; ilim nevinden olan kadere, yapmak, yaratmak manasını yükleriz ki bu, kudretin tesiridir. Bu da ilmin esası değildir. Demek bizim hakkımızdaki takdir, ilim nevindendir. İlim de yaratmada, yapmada esas ve müessir olmadığından bizim itibari olan ihtiyari fiillerimize tesir etmez. Allah (c.c.), insanın amellerini ve fiillerini bilir, ama cüz-i irade ve ihtiyarını sarf eden ve onları işleyen insandır. Mesuliyet de ona âittir.

Kaynak:
http://www.irfanmektebi.com/YaziDetay.php?YaziId=970&AnaDergiNo=1&AileDergiNo=1&Baslik=%C4%B0nsan%20kader%20mahk%C3%BBmu%20mudur

Kader Nedir?

Kader Nedir? Bölüm 1


Kader Nedir? Bölüm 2


Kader Nedir? (Youtube'a giremeyenler için) videonun tamamı - google video

Kader Risâlesi

Yirmi Altıncı Söz

Kader Risâlesi


Hiçbir şey yoktur ki, hazîneleri Bizim yanımızda olmasın. Her şeyi Biz belirli bir miktar ile indiririz. (Hicr Sûresi: 21.)
Biz her şeyi Levh-i Mahfuzda tek tek yazdık. (Yâsin Sûresi: 12.)

[Kader ile cüz-i ihtiyârî iki mesele-i mühimmedir. Ona dâir Dört Mebhas içinde birkaç sırlarını açmaya çalışacağız.]

Birinci Mebhas

Kader ve cüz-i ihtiyârî İslâmiyetin ve imânın nihayet hududunu gösteren, halî ve vicdânî bir imânın cüz'lerindendir. Yoksa ilmî ve nazarî değillerdir. Yani, mü'min, her şeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenâb-ı Hakka vere vere, tâ nihayette teklif ve mesuliyetten kurtulmamak için, cüz-i ihtiyârî önüne çıkıyor; ona "Mesul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemâlât ile mağrur olmamak için, kader karşısına geliyor; der: "Haddini bil, yapan sen değilsin."

Evet, kader, cüz-i ihtiyârî, İmân ve İslâmiyetin nihayet merâtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz-i ihtiyârî, adem-i mesuliyetten kurtarmak içindir ki, mesâil-i imâniyeye girmişler. Yoksa, mütemerrid nüfûs-u emmârenin işledikleri seyyiâtının mesuliyetinden kendilerini kurtarmak için kadere yapışmak ve onlara in'âm olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak, cüz-i ihtiyârîye istinat etmek, bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz-i ihtiyâriyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir.

Evet, mânen terakkî etmeyen avâm içinde, kaderin cây-ı istimâli var; fakat, o da mâziyât ve mesâibdedir ki, yeisin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa, maâsî ve istikbâliyâtta değildir ki, sefâhete ve atâlete sebep olsun. Demek, kader meselesi teklif ve mesûliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan kurtarmak içindir ki, imâna girmiş. Cüz-i ihtiyârî, seyyiâta mercî olmak içindir ki akîdeye dahil olmuş; yoksa mehâsine masdar olarak tefer'un etmek için değildir.

Evet, Kur'ân'ın dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen mesûldür. Çünkü, seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahribât nevinden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribât yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder: bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat, hasenâtta iftihara hakkı yoktur; onda, onun hakkı pek azdır. Çünkü, hasenâtı isteyen, iktizâ eden rahmet-i İlâhiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Suâl ve cevap, dâî ve sebep, ikisi de Hak'tandır. İnsan, yalnız duâ ile, İmân ile, şuur ile, rızâ ile, onlara sahip olur.

Fakat seyyiâtı isteyen, nefs-i insaniyedir-ya istidad ile, ya ihtiyâr ile. Nasıl ki beyaz, güzel güneşin ziyâsından bâzı maddeler, siyahlık ve taaffün alır; o siyahlık onun istidadına âittir. Fakat, o seyyiâtı çok mesâlihi tazammun eden bir kanun-u İlâhî ile icad eden, yine Hak'tır. Demek, sebebiyet ve suâl, nefistendir ki, mesuliyeti o çeker. Hakka âit olan halk ve icad ise, daha başka güzel netice ve meyveleri olduğu için, güzeldir, hayırdır.

İşte, şu sırdandır ki, kisb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer değildir. Nasıl ki pek çok mesâlihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören tembel bir adam, diyemez "Yağmur rahmet değil." Evet, halk ve icad da bir şerr-i cüzî ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüzî için hayr-ı kesîri terk etmek, şerr-i kesîr olur. Onun için, o şerr-i cüzî hayır hükmüne geçer. İcad-ı İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki, abdin kisbine ve istidadına âittir.

Hem nasıl kader-i İlâhî netice ve meyveler itibâriyle şerden ve çirkinlikten münezzehtir; öyle de, illet ve sebep itibâriyle dahi zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünkü, kader hakiki illetlere bakar, adâlet eder; insanlar, zâhirî gördükleri illetlere hükümlerini binâ eder, kaderin aynı adâletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip, hapsetti. Halbuki, sen sârık değilsin; fakat, kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte, kader-i İlâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat, kader, o gizli katlin için mahkûm edip adâlet etmiş; hâkim ise, sen ondan mâsum olduğun sirkate binâen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte, şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlâhînin adâleti ve insan kisbinin zulmü göründüğü gibi; başka şeyleri buna kıyas et. Demek, kader ve icad-ı İlâhî mebde' ve müntehâ, asıl ve fer', illet ve neticeler itibâriyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.

Eğer denilse: "Mâdem cüz-i ihtiyârînin icada kabiliyeti yok, bir emr-i itibârî hükmünde olan kisbden başka insanın elinde bir şey bulunmuyor; nasıl oluyor ki, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânda Hâlık-ı Semâvât ve Arza karşı, insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş, Hâlık-ı Arz ve Semâvât ondan azîm şikâyetler ediyor, o âsi insana karşı abd-i mümine yardım için Kendini ve bütün melâikesini tahşid ediyor, ona azîm bir ehemmiyet veriyor?"

Elcevap: Çünkü küfür ve isyan ve seyyie, tahriptir, ademdir. Halbuki, azîm tahribât ve hadsiz ademler, bir tek emr-i itibârîye ve ademîye terettüb edebilir. Nasıl ki, bir azîm sefinenin dümencisi vazifesinin adem-i ifâsıyla, sefine gark olup, bütün hademelerin netice-i sa'yleri iptal olur; bütün o tahribât, bir ademe terettüb ediyor. Öyle de, küfür ve mâsiyet, adem ve tahrip nevinden olduğu için, cüz-i ihtiyârî bir emr-i itibârî ile onları tahrik edip, müthiş netâice sebebiyet verebilir. Zîrâ, küfür çendan bir seyyiedir; fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delâil-i vahdâniyeti gösteren bütün mevcudâtı tekzib ve bütün tecelliyât-ı esmâyı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudât ve esmâ-i İlâhiye nâmına, Cenâb-ı Hak, kâfirden şedid şikâyet ve dehşetli tehdidât etmek, ayn-ı hikmettir ve ebedî azap vermek, ayn-ı adâlettir.

Mâdem insan küfür ve isyanla tahribât tarafına gidiyor; az bir hizmetle pek çok işleri yapar. Onun için, ehl-i imân, onlara karşı Cenâb-ı Hakkın inâyet-i azîmine muhtaçtır. Çünkü, on kuvvetli adam bir evin muhâfazasını ve tâmirâtını deruhte etse, haylaz bir çocuğun o hâneye ateş vermeye çalışmasına karşı, o çocuğun velîsine, belki padişahına mürâcaata, yalvarmaya mecbur olması gibi; müminlerin de, böyle edepsiz ehl-i isyana karşı dayanmak için, Cenâb-ı Hakkın çok inâyâtına muhtaçtırlar.

Elhâsıl: Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i huzur ve kemâl-i İmân sahibi ise, kâinatı ve nefsini Cenâb-ı Hakka verir, Onun tasarrufunda bilir. O vakit hakkı var, kaderden ve cüzî ihtiyârîden bahsetsin. Çünkü, mâdem nefsini ve her şeyi Cenâb-ı Haktan bilir. O vakit, cüz-i ihtiyârîye istinat ederek mesûliyeti deruhte eder, seyyiâta merciiyeti kabul edip Rabbini takdîs eder, daire-i ubûdiyette kalıp teklif-i İlâhiyeyi zimmetine alır. Hem, kendinden sudûr eden kemâlât ve hasenât ile gururlanmamak için kadere bakar, fahr yerine şükreder. Başına gelen musîbetlerde kaderi görür, sabreder.

Eğer kader ve cüz-i ihtiyârîden bahseden adam ehl-i gaflet ise, o vakit kaderden ve cüz-i ihtiyârîden bahse hakkı yoktur. Çünkü, nefs-i emmâresi, gaflet veya dalâlet sâikasıyla kâinatı esbâba verip, Allah'ın malını onlara taksim eder; kendini de kendine temlik eder. Fiilini kendine ve esbâba verir; mesuliyeti ve kusuru kadere havale eder. O vakit, nihayette Cenâb-ı Hakka verilecek olan cüz-i ihtiyârî ve en nihayette medâr-ı nazar olacak olan kader bahsi mânâsızdır. Yalnız, bütün bütün onların hikmetine zıd ve mesuliyetten kurtulmak için bir desîse-i nefsiyedir.

İkinci Mebhas

Ehl-i ilme mahsus, Haşiye ince bir tetkik-i ilmîdir.

Eğer desen: "Kader ile cüz-i ihtiyârî nasıl tevfîk edilebilir?"



Haşiye :Bu İkinci Mebhas, en derin ve en müşkül bir sırr-ı kader meselesidir. Bütün ulemâ-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münâzaralı bir mesele-i akaidi kelâmiyedir; Risâle-i Nur tam halletmiş.


Elcevap: Yedi vecihle.

• Birincisi: Elbette kâinatın intizam ve mîzan lisâniyle hikmet ve adâletine şehâdet ettiği bir âdil-i Hakîm, insan için medâr-ı sevap ve ikâb olacak, mahiyeti meçhûl bir cüz-i ihtiyârî vermiştir. O âdil-i Hakîmin pek çok hikmetini bilmediğimiz gibi, şu cüz-i ihtiyârînin kaderle nasıl tevfîk edildiğini bilmediğimiz, olmamasına delâlet etmez.

• İkincisi: Bizzarûre herkes kendisinde bir ihtiyâr hisseder; o ihtiyârın vücudunu vicdânen bilir. Mevcudâtın mahiyetini bilmek ayrıdır, vücudunu bilmek ayrıdır. Çok şeyler var, vücudu bizce bedihî olduğu halde, mahiyeti bizce meçhûl. İşte şu cüz-i ihtiyârî öyleler sırasına girebilir. Her şey mâlûmâtımıza münhasır değildir. Adem-i ilmimiz, onun ademine delâlet etmez.

• Üçüncüsü: Cüz-i ihtiyârî, kadere münâfi değil; belki, kader ihtiyârı teyid eder. Çünkü, kader, ilm-i İlâhînin bir nevidir. İlm-i İlâhî, ihtiyârımıza taallûk etmiş. Öyle ise, ihtiyârı teyid ediyor, iptal etmiyor.

• Dördüncüsü: Kader, ilim nevindendir. İlim, mâlûma tâbidir. Yani, nasıl olacak, öyle taallûk ediyor. Yoksa, mâlûm, ilme tâbi değil. Yani, ilim desâtiri, mâlûmu, haricî vücud noktasında idare etmek için esas değil. Çünkü, mâlûmun zâtı ve vücud-u haricîsi, irâdeye bakar ve kudrete istinat eder.

Hem, ezel, mâzi silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki, ezel, mâzi ve hal ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir ayna-misâldir. Öyle ise, daire-i mümkinât içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona "ezel" deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhâkeme etmek hakikat değildir.

Şu sırrın keşfi için şu misâle bak: Senin elinde bir ayna bulunsa, sağ tarafındaki mesafe mâzi, sol tarafındaki mesafe müstakbel farz edilse, o ayna yalnız mukabilini tutar. Sonra, o iki tarafı bir tertib ile tutar; çoğunu tutamaz. O ayna ne kadar aşağı ise, o kadar az görür. Fakat, o ayna ile yükseğe çıktıkça, o aynanın mukabil dairesi genişlenir; git gide, bütün iki taraf mesafeyi birden, bir anda tutar. İşte şu ayna, şu vaziyette onun irtisâmında, o mesafelerde cereyan eden hâlât birbirine mukaddem muahhar, muvâfık muhâlif denilmez.

İşte, kader, ilm-i ezelîden olduğu için; ilm-i ezelî, hadîsin tâbiriyle, manzâr-ı âlâdan, ezelden ebede kadar Her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihâta eder bir makam-ı âlâdadır. Biz ve muhâkemâtımız, onun haricinde olamaz ki, mâzi mesafesinde bir ayna tarzında olsun.

• Beşincisi: Kader, sebeple müsebbebe bir taallûku var. Yani, şu müsebbeb, şu sebeple vukua gelecek. Öyle ise, denilmesin ki, "Mâdem filân adamın ölmesi, filân vakitte mukadderdir; cüz-i ihtiyârıyla tüfek atan adamın ne kabahati var? Atmasaydı, yine ölecekti?"

Suâl: Niçin denilmesin?

Elcevap: Çünkü, kader onun ölmesini onun tüfeğiyle tâyin etmiştir. Eğer onun tüfek atmamasını farz etsen, o vakit kaderin adem-i taallûkunu farz ediyorsun. O vakit ölmesini ne ile hükmedeceksin? Yalnız, Cebrî gibi, sebebe ayrı, müsebbebe ayrı birer kader tasavvur etsen, veyahut Mûtezile gibi, kaderi inkâr etsen, Ehl-i Sünnet ve Cemaati bırakıp fırka-i dâlleye girersin. Öyle ise, biz ehl-i hak deriz ki, "Tüfek atmasaydı, ölmesi bizce meçhûl." Cebrî der: "Atmasaydı yine ölecekti." Mûtezile der: "Atmasaydı ölmeyecekti."

• Altıncısı: Haşiye Cüz-i ihtiyârînin üssü'l-esâsı olan meyelân, Mâtüridîce bir emr-i itibârîdir, abde verilebilir. Fakat, Eş'ârî, ona mevcud nazarıyla baktığı için, abde vermemiş; fakat o meyelândaki tasarruf, Eş'âriyece bir emr-i itibârîdir. Öyle ise, o meyelân, o tasarruf bir emr-i nisbîdir; muhakkak bir vücud-u haricîsi yoktur. Emr-i itibârî ise, illet-i tâmme istemez ki, illet-i tâmme vücudu için lüzum ve zarûret ve vücûb ortaya girip, ihtiyârı ref' etsin. Belki, o emr-i itibârînin illeti bir rüçhâniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibârî sübut bulabilir. Öyle ise, o anda onu terk edebilir. Kur'ân ona o anda diyebilir ki, "Şu şerdir, yapma."

Evet, eğer abd, hâlık-ı ef'âli bulunsaydı ve icada iktidarı olsaydı, o vakit ihtiyârı ref' olurdu. Çünkü ilm-i usûl ve hikmette,
kaidesince mukarrerdir ki, "bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez." Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise, mâlûlü, bizzarûre ve bilvücûb iktizâ ediyor. O vakit ihtiyâr kalmaz.

Eğer desen: Tercih bilâmüreccih muhâldir. Halbuki, o emr-i itibârî dediğimiz kisb-i insanî, bâzan yapmak ve bâzan yapmamak, eğer mûcib bir müreccih bulunmazsa, tercih bilâmüreccih lâzım gelir. Şu ise, usûl-ü kelâmiyenin en mühim bir esâsını hedm eder."

Elcevap: Tereccuh bilâmüreccih muhâldir. Yani, müreccihsiz, sebepsiz rüçhâniyet muhâldir. Yoksa, tercih bilâmüreccih câizdir ve vâki'dir. İrâde bir sıfattır; onun şe'ni, böyle bir işi görmektir.

Eğer desen: "Mâdem katli halk eden Hak'tır; niçin bana kâtil denilir?"

Elcevap: Çünkü, ilm-i sarf kaidesince, ism-i fâil, bir emr-i nisbî olan masdardan müştaktır. Yoksa, bir emr-i sabit olan hâsıl-ı bilmasdardan inşikak etmez. Masdar kisbimizdir; kâtil ünvânını da biz alırız. Hâsıl-ı bilmasdar, Hakkın mahlûkudur. mesuliyeti işmâm eden bir şey, hâsıl-ı bilmasdardan müştak kılınmaz.

• Yedincisi: İrâde-i cüz'iye-i insaniye ve cüz-i ihtiyâriyesi, çendan zayıftır, bir emr-i itibârîdir; fakat Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, o zayıf, cüzî irâdeyi, irâde-i külliyesinin taallûkuna bir şart-ı âdi yapmıştır. Yani, mânen der: "Ey abdim, ihtiyârınla hangi yolu istersen, seni o yolda götürürüm. Öyle ise mesuliyet sana âittir."



Haşiye: Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir.


Teşbihte hatâ olmasın, sen bir iktidarsız çocuğu omzuna alsan, onu muhayyer bırakıp, "Nereyi istersen seni oraya götüreceğim" desen; o çocuk yüksek bir dağı istedi, götürdün. Çocuk üşüdü yahut düştü. Elbette, "Sen istedin" diyerek itâb edip, üstünde bir tokat vuracaksın. İşte, Cenâb-ı Hak, Ahkemü'l-Hâkimîn, nihayet zaafta olan abdin irâdesini bir şart-ı âdi yapıp, irâde-i külliyesi ona nazar eder.

Elhâsıl: Ey insan! Senin elinde gayet zayıf, fakat seyyiâtta ve tahribâtta eli gayet uzun ve hasenâtta eli gayet kısa cüz-i ihtiyârî nâmında bir irâden var. O irâdenin bir eline duâyı ver ki, silsile-i hasenâtın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiâttan kısalsın ve o şecere-i mel'unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme yetişmesin.

Demek, duâ ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.

Üçüncü Mebhas

Kadere imân, imânın erkânındandır. Yani, "Her şey Cenâb-ı Hakkın takdiriyledir." Kadere delâil-i katiye o kadar çoktur ki, had ve hesâba gelmez. Biz, basit ve zâhir bir tarz ile, şu rükn-ü imâniyeyi, ne derece kuvvetli ve geniş olduğunu, bir Mukaddeme ile göstereceğiz.

Mukaddeme: Her şey vücudundan evvel ve vücudundan sonra yazıldığını gibi pek çok âyât-ı Kur'âniye tasrih ediyor ve şu kâinat denilen, kudretin kur'ân-ı kebîrinin âyâtı dahi şu hükm-ü Kur'ânîyi nizam ve mîzan ve intizam ve tasvir ve tezyin ve imtiyaz gibi âyât-ı tekviniyesiyle tasdik ediyor.

Evet, şu kâinat kitâbının manzum mektubâtı ve mevzun âyâtı şehâdet eder ki, Her şey yazılıdır. Ammâ, vücudundan evvel Her şey mukadder ve yazılı olduğuna delil, bütün mebâdi ve çekirdekler ve mekâdîr ve sûretler birer şâhiddir. Zîrâ, her bir tohum ve çekirdekler, kâf nûn tezgâhından çıkan birer latîf sandukçadır ki, kaderle tersîm edilen bir fihristecik ona tevdî edilmiştir ki; Kudret, o kaderin hendesesine göre zerrâtı istihdam edip, o tohumcuklar üstünde koca mucizât-ı kudreti binâ ediyor. Demek, bütün ağacın başına gelecek, bütün vâkıatı ile, çekirdeğinde yazılı hükmündedir. Zîrâ tohumlar maddeten basittir, birbirinin aynıdır, maddeten bir şey yoktur.

Hem her şeyin miktar-ı muntazaması, kaderi vâzıhan gösterir. Evet, hangi zîhayata bakılsa, görünüyor ki, gayet hikmetli ve sanatlı bir kalıptan çıkmış gibi bir miktar, bir şekil var ki; o miktarı, o sûreti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı, veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı mânevî ile kudret-i ezeliye o sûreti, o şekli biçip giydiriyor. Meselâ, sen şu ağaca, şu hayvana dikkat ile bak ki, câmid, sağır, kör, şuursuz, birbirinin misli olan zerreler, onun neşv ü nemâsında hareket eder. Bâzı eğri büğrü hududlarda, meyve ve faydaların yerini tanır, görür, bilir gibi durur, tevakkuf eder. Sonra, başka bir yerde, büyük bir gâyeyi tâkip eder gibi yolunu değiştirir. Demek kaderden gelen miktar-ı mânevînin ve o miktarın emr-i mânevîsiyle zerreler hareket ederler.



Yaş ve kuru ne varsa apaçık bir kitapta yazılmıştır. (En'âm Sûresi: 59.)



Mâdem, maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyâtı var; elbette, eşyanın mürûr-u zamanla giydikleri sûretler ve ettikleri harekât ile hâsıl olan vaziyetler dahi, bir intizam-ı kadere tâbidir. Evet, bir çekirdekte hem bedihî olarak, irâde ve evâmir-i tekviniyenin ünvânı olan Kitâb-ı Mübîn'den haber veren ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhînin bir ünvânı olan İmâm-ı Mübîn'den haber veren ve remzeden iki kader tecellîsi var.

Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın maddî keyfiyât ve vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra göz ile görünecek.

Nazarî ise, o çekirdekte ondan halk olunacak ağacın müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihâtlardır ki, tarihçe-i hayat nâmiyle tâbir edilen vakit bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller, fiiller, o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır.

Mâdem en âdi ve basit eşyada, böyle, kaderin tecellîsi var. Elbette, umum eşyanın vücudundan evvel yazılı olduğunu ifade eder ve az bir dikkatle anlaşılır.

Şimdi, vücudundan sonra her şeyin sergüzeşt-i hayatı yazıldığına delil ise, âlemde Kitâb-ı Mübîn ve İmâm-ı Mübîn'den haber veren bütün meyveler ve Levh-i Mahfuz'dan haber veren ve işaret eden insandaki bütün kuvve-i hâfızalar birer şâhiddir, birer emâredir.

Evet, her bir meyve, bütün ağacın mukadderât-ı hayatı onun kalbi hükmünde olan çekirdeğinde yazılıyor. İnsanın sergüzeşt-i hayatıyla beraber, kısmen âlemin hâdisât-ı mâziyesi, kuvve-i hâfızasında öyle bir sûrette yazılıyor ki, güyâ hardal küçüklüğünde bu kuvvecikte, dest-i kudret, kalem-i kaderiyle insanın sahife-i a'mâlinden küçük bir senet istinsâh ederek, insanın eline verip, dimâğının cebine koymuş. Tâ, muhasebe vaktinde, onunla hatırlatsın; hem, tâ mutmaîn olsun. Ki, bu fenâ ve zevâl herc ü mercinde bekâ için pek çok aynalar var ki, Kadîr-i Hakîm, zâillerin hüviyetlerini onlarda tersîm edip, ibkâ ediyor. Hem, bekâ için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm, fânîlerin mânâlarını onlarda yazıyor.

Elhâsıl: Mâdem en basit ve en aşağı derece-i hayat olan nebâtât hayatı bu derece kaderin nizâmına tâbidir; elbette, en yüksek derece-i hayat olan hayat-ı insaniye, bütün teferruâtıyla, kaderin mikyâsıyla çizilmiştir ve kalemiyle yazılıyor. Evet, nasıl katreler buluttan haber verir, reşhalar su menbaını gösterir, senetler, cüzdanlar, bir defter-i kebîrin vücuduna işaret ederler; öyle de, şu meşhudumuz olan, zîhayatlardaki intizam-ı maddî olan bedihî kader ve intizam-ı mânevî ve hayatî olan nazarî kaderin reşhaları, katreleri, senetleri, cüzdanları hükmünde olan meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, sûretler, şekiller, bilbedâhe Kitâb-ı Mübîn denilen irâde ve evâmir-i tekviniyenin defterini ve İmâm-ı Mübîn denilen ilm-i İlâhînin bir divânı olan Levh-i Mahfuz'u gösterir.


Netice-i meram: Mâdem bilmüşâhede görüyoruz ki, her bir zîhayatın neşv ü nemâ zamanında zerreleri eğri büğrü hududlara gider, durur; zerreler yolunu değiştirir; o hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer fayda, birer maslahatı semere verirler. Bilbedâhe, o şeyin miktar-ı sûrîsi, bir kader kalemiyle tersîm edilmiştir. İşte, meşhud, bedihî kader, o zîhayatın mânevî hâlâtında dahi bir kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar hududları, nihayetleri var olduğunu gösterir. Kudret masdardır, kader mistardır. Kudret, o maânî kitâbını, o mistar üstünde yazar. Mâdem maddî ve mânevî kader kalemiyle tersîm edilmiş müsmir hududlar, hikmetli nihayetler olduğunu katiyen anlıyoruz; elbette, her bir zîhayatın müddet-i hayatında geçireceği ahvâl ve etvârı, o kaderin kalemiyle tersîm edilmiş. Çünkü, sergüzeşt-i hayatı, bir intizam ve mîzan ile cereyan ediyor; sûretler değiştiriyor, şekiller alıyor.

Mâdem, böyle, umum zîhayatta kalem-i kader hükümrandır; elbette âlemin en mükemmel meyvesi ve arzın halîfesi ve emânet-i kübrânın hâmili olan insanın sergüzeşt-i hayatiyesi, her şeyden ziyâde, kaderin kanununa tâbidir.

Eğer dese: "Kader bizi böyle bağlamış, hürriyetimizi selb etmiştir. İnbisat ve cevelâna müştak olan kalp ve ruh için, kadere İmân bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?"

Elcevap: Kat'â ve aslâ! Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve ruh ve reyhânı veren ve emn ü emânı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünkü, insan kadere İmân etmezse, küçük bir dairede cüzî bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. Çünkü, insan bütün kâinatla alâkadardır, nihayetsiz makâsıd ve metâlibi var; kudreti, irâdesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği mânevî sıkıntı ağırlığı, ne kadar müthiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte kadere imân, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemâl-i rahat ile, ruh ve kalbin kemâl-i hürriyetiyle kemâlâtında serbest cevelânına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin cüzî hürriyetini selb eder ve firavuniyetini ve rubûbiyetini ve keyfemâyeşâ hareketini kırar.

Kadere İmân o kadar lezzetli, saadetlidir ki, tarif edilmez. Yalnız, şu temsil ile o lezzete ve o saadete bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:

İki adam bir padişahın pâyitahtına giderler, o padişahın mahalli garâip olan has sarayına girerler. Biri padişahı bilmez, o yerde gâsıbâne, sârıkâne tavattun etmek ister. Fakat, o bahçe, o sarayın iktizâ ettikleri idare ve tedbîr ve vâridât ve makinelerini işlettirmek ve garip hayvanâtın erzakını vermek gibi zahmetli külfetleri görür, mütemâdiyen ızdırap çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir cehennem gibi oluyor. Her şeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir. Sonra da, o hırsız edepsiz adam, te'dib sûretiyle hapse atılır.

İkinci adam padişahı tanır; padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o sarayda olan işler, bir nizâm-ı kanunla cereyan ettiğini, Her şey bir programla, kemâl-i suhûletle işlediğini itikat eder. Zahmet ve külfetleri, padişahın kanununa bırakıp, kemâl-i safâ ile o cennet-misâl bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip, padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinâden her şeyi hoş görür, kemâl-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir. İşte sırrını anla.



Kim kadere İmân ederse kederden emîn olur.


Dördüncü Mebhas

Eğer desen: "Birinci Mebhasta ispat ettin ki, kaderin her şeyi güzeldir, hayırdır. Ondan gelen şer de hayırdır, çirkinlik de güzeldir. Halbuki, şu dâr-ı dünyadaki musîbetler, beliyyeler, o hükmü cerh ediyor."

Elcevap: Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım! Vücud hayr-ı mahz, adem şerr-i mahz olduğuna, bütün mehâsin ve kemâlâtın vücuda rücûu ve bütün maâsi ve mesâib ve nekâisin esâsı adem olduğu delildir.

Mâdem adem şerr-i mahzdır; ademe müncer olan veya ademi işmâm eden hâlât dahi şerri tazammun eder. Onun için, vücudun en parlak nuru olan hayat, ahvâl-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor, mütebâyin vaziyetlere girip tasaffî ediyor ve müteaddit keyfiyâtı alıp matlûb semerâtı veriyor ve müteaddit tavırlara girip Vâhib-i Hayatın nukuş-u esmâsını güzelce gösterir. İşte şu hakikattendir ki, zîhayatlara âlâm ve mesâib ve meşakkat ve beliyyât sûretinde, bâzı hâlât ârız olur ki; o hâlât ile hayatlarına envar-ı vücud teceddüd edip zulümât-ı adem tebâud ederek hayatları tasaffî ediyor. Zîrâ, tevakkuf, sükûnet, sükût, atâlet, istirahat, yeknesaklık, keyfiyâtta ve ahvâlde birer ademdir. Hattâ en büyük bir lezzet, yeknesaklık içinde hiçe iner.

Elhâsıl: Mâdem hayat Esmâ-i Hüsnânın nukuşunu gösterir; hayatın başına gelen Her şey hasendir. Meselâ, gayet zengin, nihayet derecede sanatkâr ve çok sanatlarda mâhir bir zât, âsâr-ı sanatını, hem kıymettar servetini göstermek için, âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil, bir saatte murassâ, musannâ, yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder; hem, her nevi sanatını göstermek için keser, değiştirir, uzatır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese, "Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun"demeye hak kazanabilir mi? "Merhametsizlik, insafsızlık ettin"diyebilir mi?

İşte, onun gibi, Sâni-i Zülcelâl, Fâtır-ı Bîmisâl, zîhayata göz, kulak, akıl, kalp gibi havâs ve letâif ile murassâ olarak giydirdiği vücud gömleğini Esmâ-i Hüsnânın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musîbetler nevinde olan keyfiyât, bâzı esmâsının ahkâmını göstermek için lemeât-ı hikmet içinde bâzı şuâât-ı rahmet ve o şuâât-ı rahmet içinde latîf güzellikler vardır.






Kaynaklar:
http://kulliyat.risaleonline.com/?&Itemid=2#
http://www.risaleara.com/oku.asp?id=417